II. Uluslararası Kamu Yönetimi Kongresi, Ankara, Türkiye, 30 - 31 Ekim 2025, ss.1-2, (Tam Metin Bildiri)
Dünya
genelinde ekonomik, çevresel, sosyal ve siyasi krizlerin eş zamanlı olarak
ortaya çıkması, mevcut demokrasi modellerinin kırılganlığını gözler önüne
sermektedir. Neoliberalizm, devletin kamu alanındaki rolünü küçültürken, piyasa
mekanizmalarının önceliklendirilmesi ve bireyselcilik anlayışının yüceltilmesi
demokratik yapıları aşındırmaktadır. Bu durum, halk egemenliğinin zayıflamasına
yol açmakta, bireylerin toplum içinde kolektif hareket etme kapasitesini
azaltmaktadır. Neoliberal rasyonalite, toplumsal dayanışmayı erozyona
uğratarak, bireyleri yalnızca kendi çıkarları için hareket eden aktörlere
dönüştürmekte ve demokratik katılımı daraltmaktadır. Devletin karar alma
süreçlerinin teknokratikleşmesi ve küresel sermaye güçlerinin etkisi, halkın
siyasal süreçlerden uzaklaşmasına neden olmaktadır. Ekonomik ve sosyal
eşitsizliklerin derinleşmesiyle yükselen halk tepkileri ise, demokratik
taleplerden ziyade sağ popülist ve otoriter siyasi akımların güçlenmesine zemin
hazırlamaktadır. Bu bağlamda, çoklu krizler çağında demokrasinin yeniden
canlandırılması için kapsayıcı ve yatay demokrasi modellerinin geliştirilmesi
büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmanın amacı, demokrasinin kurumsal olarak
yeniden güçlenmesini sağlayacak direncin toplumsallaşmasında yaratıcı kentlerin
ve yaratıcı sınıfların rolünü açıklamaktadır. Modernitenin büyük anlatılarının
erimesiyle birlikte, toplumsal yapı daha parçalı, çoğulcu ve çoklu kimliklerden
oluşan bir hal almıştır. Michel Maffesoli’nin néo-kabilecilik kavramı,
bireylerin geniş ve homojen toplumsal yapılardan ziyade, daha küçük, yakın ve
güçlü aidiyet duygusuna sahip “kabileler” halinde örgütlenme eğilimini ifade
etmektedir. Modern toplumun katı ve sınıfsal yapılarından farklı olarak,
postmodern toplumda bireyler artık sabit sınıflar yerine, akışkan, geçici ve
duygusal bağlarla şekillenen mikro gruplara (kabilelere) dâhil olmaktadır.
Toplumsal hafıza, grup, mekân ve zaman arasındaki karmaşık ve çok katmanlı
ilişkinin bir sonucudur. Bu bağlamda, yaratıcı kentler, yaratıcı sınıfların
gündelik hayat pratiklerini deneyimledikleri ve kolektif hafızanın şekillendiği
dinamik alanlar olarak ön plana çıkmaktadır.
Florida ve Landry’nin çalışmaları ışığında, yaratıcılığın yeni ekonomik
coğrafyasını anlamak için bir mekânın üç temel unsur—teknoloji, yetenek ve
hoşgörü—barındırması gerekliliği vurgulanmaktadır. Bu unsurların varlığı,
sürdürülebilir ekonomik büyüme ve gerçek yenilik için kritik öneme sahiptir. Bu
çalışmanın önemi, “güçlü adamlar çağında” yatay demokrasi mekanizmalarının
yaratacağı toplumsal direniş ve kapsayıcı politikalar yoluyla kamusal haklara
erişimin nasıl güçlendirilebileceğine dair ilişkisel bir analiz sunmasında
yatmaktadır. Yaratıcı kentlerde demokrasi pratiklerinin nasıl şekillendiği,
yatay demokrasi ve katılımcılık açısından yaratıcı kentlerin potansiyelleri ve
sınırlılıkları dünya örnekleri karşılaştırılarak analiz edilecektir. Yaratıcı
kentlerin demokratik kapsayıcılığı ne ölçüde sağladığı ve bu bağlamda hangi
dışlayıcı pratikleri barındırdığı sorusu, yeni tür toplumsal hiyerarşilerin ve
eşitsizliklerin tartışmaya açılmasına zemin hazırlamaktadır. Yeni toplumsal
yapıları anlamlandırmada önemli kavramlardan biri olan tekno-feodalizm,
teknolojik gelişmeler ve dijital ağlar üzerinden şekillenen yeni bir toplumsal
organizasyon biçimini ifade etmektedir. Tarihsel feodalizm, toprak sahipleri
ile emekçi sınıflar arasında hiyerarşik ve bağımlılık ilişkilerine dayanan bir
sosyal yapıyı temsil ederken, tekno-feodalizmde benzer biçimde, büyük teknoloji
şirketleri—veri, bilgi ve yapay zekâ gibi çağın en değerli kaynaklarını kontrol
eden “yeni efendiler” olarak—toplum üzerindeki egemenliklerini sürdürmektedir.
Yaratıcı kentlerde ortaya çıkan yaratıcı sınıfların oluşturduğu bu yapı içinde,
geniş halk kitleleri ise söz konusu teknolojilere, verilere ve dijital
sistemlere bağımlı hale gelmekte ve böylece yeni bir tür bağımlılık ve
hiyerarşi ortaya çıkmaktadır. Çoklu krizler çağında toplumsal eşitsizliklerin
derinleşmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni toplumsal yapıların demokratik katılımın
yeniden tanımlanmasında önemli rol oynayacağı öngörülmektedir.
The simultaneous emergence of
economic, environmental, social, and political crises worldwide exposes the
fragility of existing models of democracy. As neoliberalism reduces the state's
role in the public sphere and prioritizes market mechanisms while glorifying
individualism, it erodes democratic structures. This situation weakens popular
sovereignty and diminishes the capacity for collective action within society.
Neoliberal rationality undermines social solidarity, turning individuals into
actors motivated solely by their own interests and narrowing the scope for
democratic participation. The technocratization of state decision-making
processes and the influence of global capital forces lead to the public’s
disengagement from political processes. As economic and social inequalities
deepen, the rising public discontent paves the way for the strengthening of
right-wing populist and authoritarian political movements rather than genuine
democratic demands.